Oysa ne ümitlerle geldim bu şehre demek isterdim, fakat ondan yana ümit beslememeyi yıllarca öğrenmiştim ben.
Birlikte okumuştuk Nietzsche’den: “Ümit en son kötülüktür.
Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit.
O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğu unutuldu. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır. ” (İnsanca, Pek İnsanca)
Bu paragrafı okuduktan sonra durmuş, birbirimizin gözlerinde bir süre dinlendikten sonra birbirimizi hiçbir şey ümit etmeden sevmeyi kararlaştırmıştık, yazısız ve sözsüz bir anlaşma yapmıştık gözlerimizle, her zaman yaptığımız gibi. Ümit aynı zamanda beklenti içinde olmaktı.
Biz biliyorduk ki aşkın beklentilerle özgürlüğünü elinden almak onu yok etmekle eşdeğerdi.
Aşkın ise özgürlüğünü kimseye kaptırdığı henüz görülmüş bir şey değildi. İşte biz ümidi en baştan öldürmüştük içimizde. Bu yüzden beni en az benim kadar sevmesini bile ümit edemezdim, sadece dileyebilirdim, ben de öyle yaptım zaten. Sadece Şarköy’de olmasını dileyerek gelmiştim bu şehre, ama olmadı. O da büyük bir ihtimalle benim bekleyeceğimi ümit etmemişti zaten.
Ümidi sınamalıyız hayatımızda, bu bir kez de olsa, ümitsizliği barındırmalıyız yüreklerimizde ki kendimizle yüzleşme cesaretini de bulabilelim.
Şarköy’de umduğunu bulamayan bir gezgin olarak tekrar yollara düştüm.
Hedef bir sonraki kıyı kent Gelibolu ya da diğer adıyla Gallipolis. Sanki tarih bu kıyılara yazılmış, nereye uğrasam geçmişin izlerine rastlıyorum. Şimdiki zamanda kalmam zorlaşıyor bu şehirlerde, geçmiş iyiden iyiye hissettiriyor kendisini ve etkisi altına alıyor insanı.
Gelibolu’ya yaklaşmıştık, yola dalmışken birden bir tabela çarptı gözüme: Sarı bir tabelaydı bu ve üstünde ‘Bolayır’ yazıyordu. Meşhur ‘Vatan yahut Silistre’nin sahibi vatan şairi Namık Kemal’in mezarı bulunuyordu bu beldede.
Ani bir kararla müsait bir yerde ineceğimi söyledim muavine. Kötü gözlerle muhatap oldumsa da otobüs gecikmeden durdu, otobüsten inerek geride kalan yol ayrımına doğru sırtımda çantamla yürümeye başladım.
Bugün yaşayacağım ilk sürpriz bu olmalıydı, planım Gelibolu’ya varmaktı ama ben tam bir gezgin ruhuyla ilk fırsatta sürprizlerin koynuna atıldım.
En son buraya geleli yirmi yıl olmuştur herhalde, lisede Edirne’ye okulca yaptığımız bir gezi dönüşünde edebiyat öğretmenimizin ısrarı üzerine Namık Kemal’in mezarına da kısa süreliğine de olsa uğramıştık.
Burada edebiyatçımızın nutkundan çok onun şiirlerinden bir seçkisi etkilemişti beni, o zaman şiire yeni yeni ısınma çalışmalarım olmuştu ama Namık Kemal şiirleri beni iyice yaklaştırmıştı şiirin merkezine.
O günden beri kaç kez gider gelirim bu yolda ama bir kez olsun tekrar gelmeyi düşünmemiştim.
Bugün nedense atlayamadım burayı ve bu şehri de eklemek istedim arayış serüvenime.
Hatırladığım kadarıyla Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ye ilk geçiş noktalarından birisi bu belde.
1356 yılında Rumeli’ye ilk geçen Osmanlı komutanı -Rumeli Fatihi lakabının da sahibi- Süleyman Paşa’nın türbesi de burada.
Şehzade Süleyman Paşa Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahı Orhan Gazi’nin oğlu aynı zamanda.
Namık Kemal onu çok sevdiğinden dolayı ölümünden sonra onun yanına gömülmeyi vasiyet etmiş.

 

(devam edecek)